SOYKIRIMIN DİĞER ADI: GDO VE NBŞ


SOYKIRIMIN DİĞER ADI: GDO VE NBŞ
Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi, Gıda Mühendisleri Odası Ege Bölge Şubesi ve İzmir Tabip Odası’nın ortaklaşa gerçekleştirdiği basın bildirisi notlarını...
Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi, Gıda Mühendisleri Odası Ege Bölge Şubesi ve İzmir Tabip Odası’nın ortaklaşa gerçekleştirdiği basın bildirisi notlarını dilerseniz beraberce okuyalım sevgili okurlar:
“Hekimlerin penceresinden bakıldığında artan fruktoz kotalarının artırılması ve buna bağlı olarak da fruktoz tüketimin patlaması hiç de uzak olmayan bir gelecekte önemli sağlık sorunlarına yol açma potansiyeli taşımaktadır.
Her ne kadar pancar şekeri de fruktoz içermekteyse de, NBŞ olan mısır şurubu kökenli fruktozun önde gelen sakıncası sindirim sistemi yoluyla hızla emilmesi; ani ve aşırı bir insülin salgısına yol açmasıdır. Kana karışan gıdaların insülin üzerindeki etkisini “glisemik indeks” olarak nitelendirmekteyiz. Glisemik indeksleri yükseldikçe gıdaların sağlığa zararlı olmaya başladığından da söz edebiliriz.
Bugünkü verilere göre ülkemizde 8 milyon kadar şeker (diyabet) hastası vardır. Glisemik indeksi yüksek gıdaların tüketiminin artması bu 8 milyona yenilerinin eklenmesi olasılığını da artırmaktadır. Fruktoz, karbonhidrat olarak depolanmaktan çok yağa dönüştürülerek depolanabilen bir şeker türü olarak “obezite” sorununa da fazlasıyla yol açmış olacaktır.
Hastalıkların ortaya çıkmasının önlenmesi; böylelikle de, zaman ve para kaybının önüne geçilmesi bakımından da mısır şurubu kaynaklı fruktoz tüketiminin özendirilmesinden kaçınılmalıdır.
Mısır şurubunun şeker kaynağı olarak kullanımının bir başka sakıncası da GDO bakımındandır. Bilindiği gibi mısır, soya, pamuk ve kanola ile birlikte GDO olma potansiyeli yüksek bitkilerden birisidir. Ülkemizde yaygın olarak tarımı yapılan ve üretiminde dünya dördüncüsü olduğumuz şeker pancarında ise GDO riski yok gibidir.
Şeker pancarı üretimindeki ve yine o şeker pancarını işleme konusundaki becerimiz uzun yıllara dayanmaktadır. Durum bu denli ortadayken, şeker pancarı üretimi konusunda Türkiye‘nin çok gerisinde olan AB ülkelerinde 2010/2011 dönemi için planlanan NBŞ kotalarının % 6,5 ile Türkiye‘nin oldukça altında kalmış olması da irdelenmesi gereken bir başka noktadır. Ülkemizdeki şeker pancarı üretimine karşılık Şeker Yasası ile şeker üretiminin % 10‘u NBŞ‘e ayrılmış durumdadır. Bu kota sürekli artırılmış ve bugün % 15‘e erişmiştir. Şeker pancarı üretimi konusunda en küçük bir sorunu olmaması gereken Türkiye şeker pancarını tümüyle iç üretimle sağlayabilirken NBŞ için gereksindiği 500 bin-1 milyon ton mısırı dışalım yoluyla edinmek durumundadır. Gerçek bu denli ortadayken Türkiye gibi bir ülkenin giderek artan NBŞ kotası uygulamasını akıl ve mantıkla açıklamak olanağı yoktur. Özetle, yaşamın olağan akışıyla açıklanması olanaksız olan fruktoz kotası artırımları bir yandan toplum sağlığını olumsuz yönde etkilerken diğer yandan da ülkemizde önemli bir geçim kaynağı olan şeker pancarı tarımının geriletilmesi anlamına da gelmiş olmaktadır. Bir tarım ve endüstri kolu olmanın yanı sıra kurulduğu yörelere önemli bir kültür aşısı da yapan şeker endüstrisinin zayıflatılarak ortadan kaldırılması ülkemiz insanının sağlığına da, ekonomisine de zarar vermiş olacaktır.”
Yukarıdaki açıklamayı yapan etkili ve yetkililer GDO’lu ürünler, kısır tohumlar ve Nişasta Bazlı Şekerlerle (NBŞ) Türkiye’ye yönelik tam bir soykırım uygulandığını dillendiriyorlar. Dilerseniz internet ortamından bu konuda diğer bazı bilgilere de ulaşalım, sevgili okurlar: ”Mısır şekeri, genetiği değiştirilmiş (GDO`lu) mısırdan üretilen bir şeker cinsi... Batı ülkelerinde kullanımı yasak olduğu için, Türkiye`ye çok ucuza ithal ediliyor. Bunun tek nedeni ise nişasta bazlı şekerin, pancardan elde edilen şekere oranla ton başına 250-300 dolar daha ucuz olmasıdır. Şeker pancarında dünyanın 4’üncü büyük üreticisi olan Türkiye, yeterli oranda mısır üretiliyor olmasına rağmen dışarıdan ithal ettiği mısırla NBŞ üretiyor. Türkiye’de gıda maddelerinde kullanım oranı ise bazı verilere göre yüzde 30, ancak yüzde 50 ila 80’lere vardığı iddia ediliyor. Piyasadaki hemen hemen bütün tatlılar, ucuz olan GDO`lu mısır şekerinden yapılıyor. Türkiye`de yılda 407 bin ton tatlandırıcı kullanılıyor. Bunlarda üretilenlerin başında kola, meşrubat, reçel ve helva gibi tatlılar geliyor. Ketçap, toz kahve kreması, bisküvi, meşrubat, şekerleme, hazır meyve suyu, çikolata, gofret, hazır puding, kek, hazır çorba gibi pek çok gıdanın üretiminde kullanılıyor. NBŞ için Türkiye bir cennet durumunda. Türkiye’de mahkemeler, şirketlere ‘kotayı düşür’ dese de Bakanlar Kurulu yetkisini, kotayı artırma yönünde kullanıyor. NBŞ artık kotalı, kotasız ve merdiven altı olarak tüm gıda maddelerinde kullanılıyor. Bu gelişmeler yaşanırken Türkiye, yüzde 10 olan NBŞ üretim kotasını yüzde 15’e çıkarmış bulunmakta. Türkiye’de NBŞ üreten 5 tesis var. Bunlardan Cargill’ın kapasitesi 400 bin ton, Adana’da bulunan Amylum’un kapasitesi 250 bin ton, Ülker/Cargill ortaklığındaki Pendik Nişasta’nın kapasitesi 110 bin ton, Tat firmasının kapasitesi 70 bin ton ve Sunar’ın kapasitesi 55 bin ton mısır. Bu 5 tesisten biri olan Pendik Nişasta Sanayi, Ülker Grubu’na ait. Ülker Grubu, Pendik Nişasta Sanayi tesisinde Cargill ile ortak olarak mısır şurubu üretiyor.
DAHA UCUZ KOLA, DAHA ÇOK NBŞ; Üç büyük kola üreticisi (Coca-Cola, Pepsi-Cola ve Cola Turka), içeceklerini tatlandırmak için pancar şekeri yerine, ton başına 250-300 dolar daha ucuz olan “mısır şurubu” kullanmayı tercih ediyor. NBŞ üreten 5 firma arasında yer alan Ülker, piyasanın en büyük şirketi olan Cargill’e ortak ve neredeyse tekel konumunda. Ülker aynı zamanda NBŞ’yi en çok kullanan gıda üreticisi olduğu için de bu üretimden en çok kâr eden firma konumunda. Üstelik Ülker daha önce Bakanlar Kurulu’nun üretim kotasını aşmayı da başarmıştı.” Türkiye’nin her şeyden evvel şeker üretimi açısından kendine yetebilen bir ülke olduğunu, sağlığa zararlı mısır şurubuna hiç ama hiç ihtiyacı olmadığını belirtelim sevgili okurlar. Şu an şeker fabrikalarımızın kapasitesi 2.5 milyon ton civarında, şeker tüketimimiz ise 1.8 ila 2.0 milyon ton düzeylerindedir. Şeker fabrikalarımız tam kapasite çalışabilse yaklaşık 600 bin ton şeker fazlası oluşacaktır. Unutulmamalıdır ki, NBŞ’lere tanınan her kota milletin sessizce zehirlenmesine, Türk köylüsünün daha da fakirleşmesine ve yukarıda ismini zikrettiğimiz global firmaların kazanmasına olanak sağlayacaktır ve sağlıyor da…

Adem Birinci
KAYNAK http://www.koytv.tv/icerikler.php?kategorino=2&altkategorino=0&icerikno=111
 
  • Beğen
Tepkiler: ziyaretci87
Ynt: SOYKIRIMIN DİĞER ADI: GDO VE NBŞ

Türkiye Tohum Gen Bankası Açıldı. Biyo-Korsanlık Artık Daha Kolay
Türkiye Tohum Gen Bankası Açıldı. Biyo-Korsanlık Artık Daha Kolay
Tohum Gen Bankası 2 Mart 2010’da açıldı. Birçok kişi rahat bir nefes aldı. Bizim için petrolden ve altından daha değerli olan tohumlarımızın artık koruma altına alındığını düşündü.

Keşke biz de öyle düşünebilseydik. Ancak durum öyle değil. Dev tohum şirketleri şimdi bu tohumlarımıza daha rahat el koyabilecekler. Yöneticilerimizin niyetleri iyi olabilir, ancak dev şirketler için Anadolu’nun gen kaynakları yağmalanacak bir kaynaktır. Şüphesiz iyi yağmayabilmeleri için bunların yok olmasını da istemezler. Bu nedenle biyoçeşitlilik, dünya gen kaynakları gibi sözleri onlar da bol bol kullanırlar. Hatırlayalım, son iki-üç yıldır yaptıklarımız hep bu şirketlerin ekmeğine yağ sürüyor. Tohum kanununda yerel, köylü çeşitlerinin, köy populasyonlarının ticari olarak satışı engellendi. Ancak şirket çeşitleri satılabilir hale geldi. Köy çeşitlerimiz yasa dışı muamelesi görmekte. Arkasından Türkiye UPOV’a yani Uluslararası Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliği’ne üye oldu. UPOV sözleşmeleri çeşitleri korumaktan ziyade büyük bitki ıslahı ve biyoteknoloji firmalarının çıkarlarını korumaktadır. Böylece onların korsanlıklarını yasal olarak kabul etmemizin önü açıldı. UPOV’a göre ve Türkiye’nin kabul ettiği tohumculuk kanununa göre farklılık, birörneklilik ve durulmuşluk göstermeyen tohumluklar yani yerli çeşitler, köylü çeşitleri tohum kataloglarına girmemektedirler. Hâlbuki bir örnek olmayan, sürekli değişim gösteren yerel tohumlar için bu özellikler üstünlüktür. Ancak endüstri için bu özellikler kötüdür ve yerel çeşitlerin yeri sadece gen bankalarıdır. Burada çoğu zaman ölmeye bırakılırlar. Onlar için burası aslında morgdur. Bu tohumları kimse koruyamayacaktır. Bunlar biyokorsanlığa açıktır. Kısacası bunların yağmalanması önlenemeyecektir. Ayrıca gen bankalarındaki çeşitler de yağmalanmaktadır. Küresel tohum firmalarının bunlardan yararlanarak bir çeşit geliştirdiğini kolayca ispatlanamayacak, ancak bunların geliştirilmek için yararlandıkları çeşitlerin ve tiplerin “temel olarak türev çeşitler” olduğu bu şirketler tarafından iddia edilebilecektir.
Son elli yılda FAO’ya göre dünyadaki tohum çeşitlerinin %75’i yok olmuştur. Büyük tohum şirketleri her ne kadar yerel tohumları dışlasalar da bunlardan ıslah amacıyla yararlanmak istemektedirler. Bu yüzden 1971 yılında Dünya Bankası ve FAO tarafından Rockefeller ve Ford Vakıflarının desteği ile kısa adı CGIAR (Consultative Group for International Agricultural Research) (Uluslar arası Tarım Araştırmaları Danışma Grubu) adlı bir kuruluş oluşturmuşlardır. CGIAR’ı destekleyen 58 kamu ve özel sektör kuruluşu ve çoğunluğu kuzey ülkelerinden 50 devlet vardır. CGIAR 16 uluslar arası tarımsal araştırma enstitüsünü desteklemektedir. Dünya Bankası, FAO ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) CGIAR’ı ortaklaşa finanse ederler. CIAR’ın başkanı Dünya Bankasının başkan yardımcısıdır. Türkiye’ye en yakın uluslar arası araştırma enstitüsü Halep’teki ICARDA’dır.
CGIAR’ın en önemli görevlerinden biri de bütün dünyadan genleri toplamak ve güya insanlık için saklamaktır. İsteyen kuruluşlar bunlardan örnekleri isteyebilmektedir. Toplanan genlerin %91’i Asya, Afrika ve Latin Amerika’dan sağlanmakla birlikte, bunların ancak %15’inden gelişmekte olan ülkeler yararlanmaktadır. Diğer yandan örneklerin %85’i kuzey ülkelerindeki araştırma enstitülerine veya doğrudan kuzey ülkelerine dağıtılır. ABD %25’i aşan oranda aldığı gen ile aslan payını almaktadır. Bu kaynaklar sonuç olarak büyük tohum şirketleri tarafından alınmakta ve kullanılmakta, daha sonra patentlenmektedir. (C. Fowler ve P. Money, The Threatened Gene: Food, Politics, and the Loss of Genetic Diversity, Cambridge: Lutterworth, 1990,s.189’dan aktaran Hungry Corporations. s.112)
CGIAR 300 ürüne ait 500 000 tohum vb. materyale sahiptir. Ancak bu kaynakların bir kısmının öldüğü de ileri sürülmektedir.
Türkiye’de bazı bürokratlar olayın esasını kavrayamamışlardır. Örneğin bir raporda Norveç’teki gen bankası Svalbord için şöyle yazılabilmiştir:
“Svalbord Yeraltı Tohum Bankasına Materyal Gönderilmesi: (başlangıç olarak az bir materyal gönderilebilir; hatta mümkünse Şubattaki açılıştan önce Menemen’den sembolik bir sayıda materyal gönderip ülkemizin ilklerden biri olmasının sağlanması prestij açısından önemli olabilir).”
Domates, biber, patlıcan gibi çokça tükettiğimiz ürünlerin Amerika kıtasından geldiğini biliyoruz. Eğer bu bitkilerin tohumları ülkemize gelmese idi, bu güzel ürünlerden mahrum kalacaktık. Tohumları için de kimseye bir bedel ödemedik. Anadolu başta buğday olmak üzere birçok ürünün geliştirildiği, tarım devrimine beşiklik etmiş bir coğrafyanın parçasıdır. On binlerce yıl dünya çiftçileri tohumlarını karşılıksız paylaştı. Bu nedenle “tohumlarımızın patentini alalım, parasını vermedikçe kimseye vermeyelim” demenin hiçbir anlamı yoktur. Bu mantık bizi de birçok üründen mahrum eder. Ancak şimdi bütün bu tohumlara şirketler el koymak istiyor. On bin yıl önce tarım devriminden başlayarak çiftçilerin geliştirdiği bütün bu tohumlara şimdilerde birkaç gen koyarak bunların patentini çıkarmaya çalışan yerli veya yabancı tohum şirketlerinin hırsızlığına biyo–korsanlık diyoruz. Hâlbuki “yaşam patentlenemez”. Bizim karşı olduğumuz; bütün dünya çiftçilerinin geliştirdiği bu tohumlara şirketlerin el koymasıdır.
Tohum şirketlerinin yerlisi, yabancısı çok fark etmez. Zaten yerli zannettiklerimizin de çoğu artık yabancı tohum şirketleri tarafından satın alındı. Bunların çoğunun amacı on bin yıldır çiftçilerin yarattığı biyoçeşitliliği yok edip, çiftçileri birkaç çeşide bağlayarak paraları cebe indirmek. Buğdayı örnek alalım. Çiftçilerin geliştirdiği kimi çeşit kılçıklı olduğu için domuzlar yiyemiyor, böylece korunuyor. Kimi çeşit ekmek yapmaya, kimisi bulgur yapmaya elverişli. Kimi köylerin çorak topraklarında yetişebilen özel buğday çeşitleri var. Bu biyoçeşitliliğe şirket tohumları nasıl rekabet edecek idi? “Yeşil devrim” denilen yıkımda, bunun çaresini çevreyi ve ürünleri kirleten tarım ilacı ile kimyasal gübrelerle uyuşan güya “modern” tohumlar ile buldular. Verim bazen daha yüksek oluyordu, ancak bu pahalı girdiler bir taraftan üreticiyi yoksullaştırırken, diğer taraftan ürünleri zehirli oluyor ve besin değerleri düşüyordu.

Tohum bankası temeli atılırken bir tarım bakanlığı yetkilisi ne söylemişti bakalım:

“Günümüz ıslah programları için önemli olan bitki genetik kaynakları bakımından, ülkemiz önemli bir potansiyel oluşturmakla beraber, ileriki nesillerin de bu kaynaklardan yararlanması için korunmaya alınmalıdır”

Gördüğünüz gibi amaç ıslah programlarına tohum sağlamak olarak açıklanmaktadır. Burada köylüye yer yoktur. Şirketlerin ıslah programları katılımcı değildir, çiftçiyi dışlar.

Katılımcı ıslah; bilim insanları ve köylülerin en baştan itibaren tohum ıslahını beraber yaptıkları ve tohum üzerinde köylünün haklarının devam ettiği bir yaklaşımdır. Şüphesiz biyoçeşitlilikten yanadır. Bakanlığımız “katılımcı ıslahtan” habersizdir veya ilgilenmiyor. Diğer yandan, Türkiye Irak’ı işgal eden Amerikan kuvvetlerinin çıkarttığına çok benzer bir tohum yasasını çıkaran, yetmedi üstüne de büyük tohum şirketlerinin çıkarlarını garantileyen ve kısaltılmışı UPOV olan “Yeni Bitki Çeşitlerini Koruma Birliğine” girip anlaşma imzalayan bir ülkedir. Tohum yasamızda köylünün kendi tohumunu kullanmaması için ne gerekirse yapılmıştır. Köylünün kendi tohumunu satması ağır cezalarla karşılanan bir suçtur. Yeni yönetmeliklerle bu zulüm pekiştirilmeye çalışılmaktadır. Şimdi böyle bir ülke tohum bankası kurarsa bundan kim yararlanacaktır? Köylüler değil herhalde. Bu banka yabancı ve yerli tohum şirketlerinin milyar dolar koysa zorla yapacağı bir şeyi bakanlık eliyle gerçekleştirecektir. Kendi elimizle bu tohumları soyabilsinler diye toplayacağız, zaman zaman tarlalara ekip yenileyeceğiz ve onlar için bu masrafları yapacağız. Bedava bir derleme, araştırma ve geliştirme merkezi ve sistemi.
Dr. Melaku Worede Etiopyalı meşhur bir bitki genetikçisidir. Ülkesinde yürüttüğü, çiftçilerin ıslah çalışmalarında en öne konduğu (katılımcı ıslah) ve kendi tarlalarındaki biyoçeşitliliğin esas alındığı çalışmaları ile 1989’da Doğru Yaşam Ödülünü (alternatif Nobel ödülü) kazanmış idi. Seedling dergisinin 2009 Nisan sayısında (www.grain.org) kendisi ile yapılan konuşmayı bu konuyla ilgili herkesin okuması gerekli. Dr. Worede çiftçiyi ve tarlada, bahçede biyoçeşitliliği öne almayan bu gibi tohum bankalarının eninde sonunda büyük şirketlere hizmet etmekten başka bir şey yapamayacağını ortaya koymuştur.
Aslında biri Menemen’de biri de Ankara’da iki gen merkezimiz halen var. Bu kurulanın banka olduğu söyleniyor. İyi de, bu bankadan yararlanacaklar büyük ölçüde tohum şirketleri olacak. Tohumlarımızı saklamak –sonra da soydurmak- değil korumak ve yaşatmak gerekli. Koruma ve yaşatmaya kim karşı olabilir?
Binlerce köyümüzde köylünün yönetiminde, tohumların korunup, değişebileceği tohum bankaları kurulması çok yararlı olacaktır. Bunlar desteklense olmaz mı? Biyoçeşitliliğe en büyük tehdit oluşturan tohum yasasının da ülke, köylü ve tüketici çıkarları doğrultusunda değiştirilmesi zorunlu. Ancak bu koşullarda ve uluslar arası soyguna kapalı tohum gen bankaları yararlı bir işlev yapabilecekleridir.
Tohum bankasının bu şekilde kurulmasını uluslararası tohum şirketleri sahipleri ellerini ovuşturarak izliyorlardır sanırım.
Prof. Dr. Tayfun Özkaya
http://www.ekolojikureticiler.org
 
  • Beğen
Tepkiler: ziyaretci87
Ynt: SOYKIRIMIN DİĞER ADI: GDO VE NBŞ

Anayasa Mahkemesi Tohumculuk Kanununu Ele Aldı

Geçen hafta Anayasa Mahkemesi Tohumculuk Kanunu hakkında benim de görüşüme başvurdu. Üyelere bir sunuş yaptıktan sonra sorularını cevaplandırdım.

Yasanın eleştirilecek epeyce yönü var. Bu yazıda en önemli bir yönüne değineceğim. Kanunun 15. maddesi Tarım ve Köy İşleri Bakanlığının 5.,6.,7. ve 8. maddelerdeki yetkilerini Türkiye Tohumcular Birliğine devredebileceğini (hem de muhtemelen sonsuz) belirtiyor. Tohumda dünyada büyük bir tekelleşme var. Çok az sayıda dev tohum firmaları piyasayı paylaşmış durumda. Üstelik bunların da önemli bir kısmı aynı zamanda tarım ilaçları üretiyor. Bu nedenle de şirket tohumlarının çok tarım ilaç istemesi işlerine gelebiliyor. Hatta içlerinden beşeri ilaç üretenler de var. Beşikten mezara müşterileri oluyoruz. Hasta olursak bunlar için de daha iyi. Tohumu belirleyen uzaktan bir ürünün nasıl olması gerektiğini, hangi ilaçların kullanılacağını vb. belirlemiş oluyor. Ürünler besleyici değerlerini ve lezzetlerini kaybediyor. Tarım ilaçları ile zehirleniyor. Halkın da bunları modernleşme diye kabul etmesi isteniyor. Bu güç önce ekonomik olarak ele geçiriliyor. Ancak sonra kanunlarda belirleyici olabilirlerse kendilerine yönelik yasaklar getirebiliyorlar. Örneğin kanun köylülerin tohumlarını veya bunlardan üretilmiş fideleri satmalarına yasak getirdi. Bu firmalar ülkemizde de hâkim. Yerli firmaları satın aldılar. Kurumlara hâkim oldular. Bakanlığın devrettiği yetkiler tohum üretimi, sertifikasyonu, ticareti ve denetimi ile ilgili. Türkiye Tohumcular Birliğine şüphesiz büyük tohum firmaları hâkim oluyorlar. O zaman kamu yönetimi de firmaların eline geçmiş oluyor. Bu yetkiler eline geçtiğinde tamamen kârı en çoğa çıkarmak için çalışan bu firmaların neler yapabileceklerini tahmin edebilirsiniz. Bu aslında tam bir sınıf tahakkümü oluyor. Hâlbuki Anayasanın 6. maddesi “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Egemenliğin kullanılması hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz “demekte. Bu 15. madde ise egemenliğin firmalara devri oluyor.

Firmaların egemenliği mi, millet egemenliği mi?


Prof. Dr. Tayfun Özkaya
http://www.ekolojikureticiler.org
 
  • Beğen
Tepkiler: ziyaretci87
Ynt: SOYKIRIMIN DİĞER ADI: GDO VE NBŞ

Gelişmekte Olan Ülkelerin Gen Kaynakları Nasıl Yağmalanıyor?

On bin yıl önce başlayan tarım devriminden başlayarak bütün kültür bitkilerini çiftçiler ve daha çok da kadınlar geliştirdiler. Ancak yirminci yüzyılın ikinci yarısından bu



yana önce devletler daha sonra da tohum şirketleri bitki ıslahçılarını hegemonyaları altına alarak çiftçileri bu işlerinden dışladılar. Tabii bütün bunlar gelişme adına yapıldı. Böylece yetiştirdiğimiz bitkilerin ıslahı açısından iki seçenek ortaya çıktı. Büyük şirketlerin şüphesiz kârlarını en çoğa çıkarmak için izledikleri yol her şeyi merkezileştirerek, geniş bölgelerde ekilecek, dolayısıyla biyoçeşitliliği yok edecek, patentli veya kendine özgü bir fikri mülkiyet hakları sistemi ile korunmuş tohumlar ıslah etme seçeneğidir. Bu yola tek gen stratejisi diyebiliriz. Çünkü çoğu zaman ortaya çıkan problemler tek bir gen katarak çözülmeye çalışılmaktadır. Geliştirilen bu çeşitler çoğu zaman sulanabilir yerlerde yetiştirilebilen, bazen dekara ana üründe daha fazla verim getirebilen, ancak kimyasal ilaç ve kimyasal gübresiz yetiştirilemeyen çeşitlerdir. Bunlara şirket çeşitleri diyebiliriz. Bunlar çoğu zaman tatsız tutsuz ve besin içerikleri de şiddetle düşmüş zehirli, insan sağlığına zararlı ürünler verirler. On bin yıldır çiftçilerin yaptığı geliştirmelere el koyan bu biyo-korsanlar hemen her ülkede çıkarttıkları tohum yasaları ile kendi uygulamalarını yasal, çiftçilerin tohum üretimlerini ise yasa dışı ilan ederek çağımızdaki en büyük zulmün ve baskının uygulayıcıları olmuşlardır. Türkiye’de de tohum yasası köylülerin tohum ve fide satmasını yasa dışı ilan etmiştir. Bir çok kişi bundan habersizdir. Yönetim de şimdilik olayın üstüne fazla gitmemektedir. Diğer ıslah yolu ise yereli temel alan, biyoçeşitliliği koruyan ve geliştiren, biyo-korsanlığa karşı çıkan, çiftçi ve bitki ıslahçısı bilim insanlarının işbirliğini esas alan katılımcı ıslah seçeneğidir. Bu seçenekte en başından itibaren bilim insanları ve çiftçiler ıslah çalışmalarını birlikte planlayıp yürütmektedirler. Bu yaklaşımda biyoçeşitlilik esastır. Bir bölgede birden fazla çeşit yetiştirilir. Çeşitler patentli değildir. Kimse çeşit üzerinde mülkiyet hakkı talep etmez. Tohum satılabilir, ama çeşit kimsenin malı değildir. Hastalıklar ve zararlılar var olan çeşitlerin bir kısmına zarar verebilir. Bu tür problemlere bir yıl içinde çare bulunur. Köylü ve bilim insanları elele çalışarak dirençli çeşitleri öne çekerler veya çeşit içindeki farklılıktan yararlanarak dirençli bitkiler çoğaltılır. Islah çalışması son derece dinamiktir. Ürünler hem lezzetli hem de kimyasal maddelerden arîdir. Bu yaklaşımla ilgili bir örnek verelim. 1985 yılında Filipin’deki pirinç araştırma enstitüsü IRRI’nin şirket yanlısı ve çiftçi düşmanı yaklaşımına karşı gelen 45 çiftçi kuruluşu ve Filipin Üniversitesindeki ilerici bilim insanları IRRI’nin zararlı çalışmalarının durdurulması ve bilim insanları ile işbirliği halinde çiftçilerin önderlik ettiği pirinç araştırmalarının başlamasını talep etmişlerdir. (H.Paul ve R. Steinbrecher, Hungry Corporations, 2003, s.119) Katılımcı ıslah oldukça geçmişe dayanmaktadır. Ne yazık ki ülkemizde ıslahçıların ezici bir çoğunluğu bu terimin ne olduğunu bile duymuş değillerdir ve bazıları bunun köylü koşullarında adaptasyon araştırmaları veya denemeleri olduğunu sanmaktadırlar.

Şirket hegemonyasındaki ıslah çalışmaları sık sık başarısızlığa uğramaktadır. Biyoçeşitliliğin yok olması sonucu çok geniş alanlarda tek bir çeşit yetiştirilmektedir. Bu çeşit hastalık ve zararlılara karşı kısa zamanda çökmektedir. Şirket ıslahçıları zamanla büyük bir yarış içinde çöken çeşitleri yenileyerek başa çıkmaya çalışmaktadırlar. Bazen iki yıl içinde çeşit başarısız olmaktadır. Bütün bu anlamsızlığın temel nedeni çiftçiyi kâr amacı ile süreçten dışlayarak az sayıda çeşide bağlanmaktır. Yeni bir çeşit bulununcaya kadar tarım ilaçları uygulaması şiddetlendirilmektedir. Bunlar ise doğal dengeyi bozarak sorunları işin içinden çıkılmaz bir hale getirmektedir. Aşırı ilaç kullanımına tohum firmalarının bir itirazı olamaz, çünkü çoğu zaten aynı zamanda ilaç firmasıdır.

Son elli yılda FAO’ya göre dünyadaki tohum çeşitlerinin %75’i yok olmuştur. Büyük tohum şirketleri her ne kadar yerel tohumları dışlasalar da bunlardan ıslah amacıyla yararlanmak istemektedirler. Bu yüzden 1971 yılında Dünya Bankası ve FAO tarafından Rockefeller ve Ford Vakıflarının desteği ile kısa adı CGIAR (Consultative Group for International Agricultural Research) (Uluslar arası Tarım Araştırmaları Danışma Grubu) adlı bir kuruluş oluşturmuşlardır. CGIAR’ı destekleyen 58 kamu ve özel sektör kuruluşu ve çoğunluğu kuzey ülkelerinden 50 devlet vardır. CGIAR 16 uluslar arası tarımsal araştırma enstitüsünü desteklemektedir. Dünya Bankası, FAO ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) CGIAR’ı ortaklaşa finanse ederler. CIAR’ın başkanı Dünya Bankasının başkan yardımcısıdır. Türkiye’ye en yakın uluslar arası araştırma enstitüsü Halep’teki ICARDA’dır.

CGIAR’ın en önemli görevlerinden biri de bütün dünyadan genleri toplamak ve güya insanlık için saklamaktır. İsteyen kuruluşlar bunlardan örnekleri isteyebilmektedir. Toplanan genlerin %91’i Asya, Afrika ve Latin Amerika’dan sağlanmakla birlikte, bunların ancak %15’inden gelişmekte olan ülkeler yararlanmaktadır. Diğer yandan örneklerin %85’i kuzey ülkelerindeki araştırma enstitülerine veya doğrudan kuzey ülkelerine dağıtılır. ABD %25’i aşan oranda aldığı gen ile aslan payını almaktadır. Bu kaynaklar sonuç olarak büyük tohum şirketleri tarafından alınmakta ve kullanılmakta, daha sonra patentlenmektedir. (C. Fowler ve P. Money, The Threatened Gene: Food, Politics, and the Loss of Genetic Diversity, Cambridge: Lutterworth, 1990,s.189’dan aktaran Hungry Corporations. s.112)

CGIAR 300 ürüne ait 500 000 tohum vb. materyale sahiptir. Ancak bu kaynakların bir kısmının öldüğü de tartışma konusudur.

Çiftçilerin önderliğinde kurulan tohum bankalarının işlevleri bu gen bankalarından büyük ölçüde farklıdır. Filipinlerde kurulan kısa adı MASIPAG olan “kalkınma için çiftçi-bilim insanı ortaklığı” denilen kuruluş katılımcı araştırma yaklaşımını takip eden kuruluşlar arasında dikkati çekenlerden biridir. (www.masipag.org)

Ne zaman ülkemizdeki bazı bilim insanları büyük çok uluslu şirketlerden başkasına çalışmayan uluslar arası kuruluşların izinde gitmeyi bırakabilecek?




Prof. Dr. Tayfun Özkaya

http://www.ekolojikureticiler.org/index.php/prof-dr-tayfun-oezkaya/110-gelimekte-olan-uelkelerin-gen-kaynaklar-nasl-yamalanyor
 
  • Beğen
Tepkiler: ziyaretci87
Ynt: SOYKIRIMIN DİĞER ADI: GDO VE NBŞ

Yaşam Patentlenemez


Uzunca bir zamandır sofralarımızı, sağlığımızı, geleceğimizi tehdit eden bir

hayalet dolaşıyor etrafta. Çok uluslu şirketlerin, gözü doymaz girişimcilerin

başımıza sardığı bu belanın adı: Genetiği değiştirilmiş organizmalar; kısa adıyla GDO. GDO, uluslararası literatürde kısaltılmış şekliyle “GM” veya “GMO” olarak geçen “Genetically Modified Organism”in Türkçe karşılığı. GDO’nun kapsamı içine genetik olarak değiştirilmiş bütün organizmalar giriyor. Bu yazıda kastedilen GDO’nun tarifi şu: “Modern biyoteknoloji kullanılarak elde edilmiş yeni bir genetik materyal kombinasyonuna sahip olan herhangi bir canlı organizma.”



Biyolojik “zenginlik”
GDO’yla ilgili en önemli kaygılardan biri; aktarılmış genlerin doğal bitki türüne atlayarak, bulundukları çevredeki doğal türlerde genetik çeşitliliğin kaybına neden olmaları, yabani türlerin doğal yapılarında sapmalara neden olmaları, ekosistemdeki tür dağılımını ve dengeleri bozmaları.

Türkiye’de GDO konusunda en fazla dikkat edilmesi gereken konulardan biri bu. Türkiye, biyolojik zenginlik bakımından çok şanslı bir ülke: Örneğin Avrupa ile karşılaştırılacak olursa, Türkiye tür sayısı bakımından oldukça zengin. 11 bin bitki türümüzden 2 bin kadarı, başka hiçbir yerde bulunmayan endemik türler.

Bir ülkenin bitki ve hayvan türleri açısından sahip olduğu zenginlik, aynı yeraltı kaynakları ya da tarihi eserler gibi o ülkenin en önemli zenginliklerden biridir.

Ekolog Barry Commoner’e göre, ekolojik sistemler aşırı stres altında bırakılırsa, ani, şaşırtıcı felaketler yaşanabilir. Yapısında kimyasal ilaçtan hayvan genlerine kadar pek çok yabancı madde barındıran GDO’nun böyle bir strese yol açacağı şüphe götürmez. Commoner’e göre; “ekolojik sistem bir yükselteçtir, öyle ki bir yerdeki küçük bir çalkantının başka bir yerde büyük, uzak, uzun süre ertelenmiş etkileri olabilir.”

Modern tarımda kullanılan ve birbirlerinin genetik yönden kopyası olan çeşitler, geniş alanlarda tek tip olarak yetiştiriliyor. Bu yetiştirme yöntemi, yani monokültür, çeşitli ekonomik avantajlar sağlıyor, ancak doğada her kazancın bir de bedeli var. Örneğin, monokültürdeki tek tip bireyler hastalıklardan da aynı derecede etkileniyor. Ortaya çıkan bir hastalık tüm ürünü etkileyecek şekilde hızla yayılabiliyor.

Monokültür yayıldıkça, yediğimiz ürünlerden aldığımız besin ve damak tadı da tek tipleşiyor. Modern tarım yöntemlerinin yolaçtığı etkiler yüzünden zaten yeteri kadar azalmış olan çeşitler de GDO’nun tehdidi altına giriyor. Çünkü GDO’ların aktarılmış genleri çevresinde bulunan, geleneksel yöntemlerle üretilen ürünlere de geçebiliyor.

Arılar ve rüzgarlar GDO’lu polenleri alıp, komşunun geleneksel ekiminin üzerine bırakıyor. Böylece civardaki, bitkiler genetik olarak değiştirilmiş bitkilerin içerdiği böcek ve ot ilaçlarına karşı dirençli hale geliyorlar. GDO karşıtlarınca Frankeştayn Gıda olarak nitelenen, kolera bakterisinin genini taşıyan yonca, tavuk geni taşıyan patates, akrep geni taşıyan pamuk, balık genli domates gibi gıdaların doğal çeşitliliğe verdikleri zarar sonucunda yeni Frankeştaynların ortaya çıkmasına olanak sağlanıyor.



GDO ürünleri sağlığımızı nasıl etkiler?
GDO’lu ürünlerin temel sakıncalarından biri de insan sağlığına karşı olumsuz etkileri. Uzmanlara göre, sağlık riskleri şunlar; antibiyotiklere karşı dayanıklılık oluşması, gıda olarak kullanımda insan ve hayvanda toksik ya da allerjik etki yapması, doğrudan alım durumunda insan ve hayvan bünyesindeki mikroorganizmalarla birleşme ihtimali.

GDO’lu ürünlerin oluşturduğu sağlık risklerini doğrulayan bilimsel araştırmalara her geçen gün bir yenisi daha ekleniyor. Örneğin, Brezilya fındığının bir genine sahip olan transgenik soya fasulyesi, fındığa alerjisi olanlarda alerjiye neden oluyor.

Rowett Enstitüsü’nde çalışan Arpad Pusztaria’nın son deneyleri GDO’larla ilgili yeni kuşkular ortaya çıkardı. Sözü edilen çalışmada, genetik yapısı değiştirilmiş patateslerin fareler için toksik olduğu, bağışıklık sisteminde bozukluklar, viral enfeksiyonlar gibi birçok etkileri olduğu ortaya çıktı. Genetiği değiştirilmemiş patateslerle beslenen fareler gayet sağlıklıydı. Sonraki deneyler toksikliğin gen transferi yöntemiyle ilgili olduğunu ortaya çıkardı.

Bir başka deney, besinler yoluyla aldığımız yabancı DNA’nın hücrelerimize taşınabileceğini ortaya çıkardı. Yakın zamana kadar DNA’nın bağırsaklarımızda sindirilebileceği düşünülüyordu. Ancak deneyler durumun aksini kanıtladı. Bakteriyel bir virüsün DNA’larıyla beslenen farelerde bağırsak boyunca yaşayabilen ve kana karışabilen büyük virüs DNA’sı parçaları bulundu. Alınan DNA’lar lökositlerde, dalak ve karaciğer hücrelerinde de görüldü ve virüs DNA’sının fare genomuna yerleştiği kanıtlandı. Hamile farelere yedirilen virüs DNA’sı, ceninin ve yeni doğmuş yavruların hücrelerine geçtiği de belirlendi.




GDO verimi gerçekten artırır mı?
GDO sayesinde tarımsal üretimde büyük artışlar sağlanabilir mi? Ekoloji ve doğa bilimleri alanında çalışan her bilimcinin üstüne basa basa belirttiği gibi; doğada bedelsiz kazanç olmaz! Tarımsal üretimin artırılmasıyla sağlanan kazancın bedeli de artan çevre kirliliği, küresel ısınma, yokolan türler ve daha sayılabilecek onlarca çevre sorunu.

GDO ürünleri ile yapılan tarım çok yeni olduğu için bu konuda rakam vermek çok zor. Ancak sözü edilen kuralları bu alanda da geçerli sayabiliriz. Bu yeni uygulamayla bir süre verim artışı sağlamak mümkün, ancak bu artışı kalıcı kılmak olanaklı değil. Tabii bu arada ödeyeceğimiz bedeli de unutmamak gerekiyor.

GDO’lu çeşitlerden elde edilen verim, geleneksel tarımla elde edilenin altında. Bu, bu işin patentini alan ticari şirketlerin söylemlerini tamamen yalanlayan bir olgu. GDO’nun randımanı geleneksel tarıma oranla daha az, üstelik tohum başına daha yüksek fiyata, bakım ürünlerinde de eşit masrafa sahip.




Genetiği değiştirilmiş organizmalar açlığa çare olur mu?
GDO’yu savunan görüşlerin dayandıkları en önemli noktalardan biri, dünyada giderek artan besin ihtiyacını karşılamak ve açlık sorununa çare bulmak için GDO’nun zorunlu olduğu.

Çoğu çevrebilimci, üçüncü dünya ülkelerinde görülen açlık sorununun, üretim potansiyelinin eksikliğinden değil, üretim kapasitesinin plansız kullanımından ve dağılımın adil olmayışından kaynaklandığı görüşünü savunuyor. Uzmanlar, mevcut tarım kapasitesinin dünya nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için yeterli olduğunu düşünüyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü FAO’nun 1990 tarihli raporuna göre, tahıl üretimindeki artış, nüfus artışından yüzde 50 daha fazla. Tabii bu rakamlar dünyada açlık sorunu olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak sorun üretimden değil, dağılımın adil olmayışından kaynaklanıyor.

Açlık sorununun yaşandığı ülkelere bakacak olursak, bu ülkelerin hemen hepsinin batılı ülkelerin eski sömürgeleri olduğunu görürüz. Bu ülkelerin tarım ekonomileri başka ülkelerin yararına kurulmuş durumda. Çoğu ülke bağımsızlıklarını kazandıktan sonra dahi, dış borç vb. ekonomik sorunlarla boğuştukları için ihracata yönelik tarım politikaları uygulamışlar. Yani halkı doyuracak besinler üretmek yerine döviz sağlayacak besinler üretilmeye çalışılmış. Açlık sorunu yaşanan birçok ülkede, eskiden besin yetiştirmek için kullanılan topraklarda kahve, pamuk, muz, kakao gibi gelişmiş ülkelere satılan ürünler yetiştiriliyor. Örneğin, Etiyopya’da açlığın kol gezdiği dönemlerde bile kahve üretimi ve ihracatı sürdürülüyordu.

Diğer taraftan, konunun bir de israf ve tüketim çılgınlığı boyutu var. ABD Tarım Bakanlığı’nın verilerine göre, ABD’liler her yıl üretilen gıdanın yüzde 25’inden fazlasını israf ediyor. Araştırmaya göre, sadece 1995 yılında çöpe atılan gıda miktarı 43 milyon ton civarında. Bir kişinin günde ortalama 1.5 kilo gıda tükettiğini varsayarsak, israf edilen gıdanın sadece yüzde 5’i bile geri kazanılsa 4 milyon insanın doyması sağlanabilir.

Tarımda modern tekniklerin, kimyasal ilaçların, hormonların vb. kullanılmaya başladığı “yeşil devrim” olarak nitelendirilen süreç de kamuoyuna dünyadaki açlığa çare bulmak şiarıyla sunulmuştu. Ancak veriler iddianın tam tersini gösteriyor: Dünya Bankası’nın 1993’te yayınladığı Dünya Kalkınma Raporu verilerine göre, 1976’da düşük gelirli olarak sınıflanan ülkelerde kişi başına düşen ortalama gelir, yüksek gelirli ülkelerdekinin yüzde 2.4’ü kadardı. 1982’de bu oran yüzde 2.3’e, 1988’de yüzde 1.9’a düştü. 1980’den 1990’a kadar, düşük ve orta gelir grubundaki ülkelerde kişi başına gayri safi milli hasıladaki büyüme, gelişmiş ülkelerdekinin yüzde 52’si kadardı.

Artan besin ihtiyacına yanıt vermek ya da açlığın hüküm sürdüğü yerlere yiyecek götürebilmek için GDO’ya ihtiyacımızın olmadığı açıkça ortada. Dünyadaki açlığın nedeni yeterli besin olmaması değil, besinin adil dağılmaması ve plansız tarım politikaları. Üçüncü dünya ülkelerinin tarım politikalarıyla ilgili zaten yeteri kadar derdi varken, bu ülkelerin tarımına bir de GDO üreticisi çok uluslu şirketlerin sokulmaya çalışılmasının pek de iyi niyetle ilgisi olmasa gerek.



GDO üreticisi firmaların niyeti ne?
Ekolog Pimentel’in verdiği rakamlara göre, tarla için harcanan toplam enerjinin %32’si azotlu gübre üretimine, %28’i tarım makineleri yakıtına, %15’i bu makinelerin yapımı ve bakımına, %11’i çeşitli işler için kullanılan elektrik enerjisine, %4’ü ürünü kurutmaya harcanıyor. Bunlardan sonra gelen girdiler %2’şer değerle taşıma ve dağıtım, potasyumlu gübre, fosforlu gübre ve tohum. %2’den az olan girdiler de, ot ilacı, böcek ilacı, sulama ve işçilik. Görüldüğü gibi sanayileşmiş tarımda kol gücünün toplam girdiler içindeki payı oldukça az.

Tabloyu dikkatle incelediğimizde yukarıda sözkonusu olan olayın bildiğimiz anlamda çiftçilik değil, tarım sanayii olduğunu görüyoruz. İşin püf noktası da zaten burada. Çiftçi tarlasındaki ürünü elde etmek için büyük oranda bu konuda üretim yapan çeşitli sanayi kuruluşlarına bağlı. Bu sanayi kuruluşlarının büyük bir kısmının çok uluslu şirketler olduğunu tahmin etmek zor değil.

Dünyada genetiği değiştirilmiş tarım ve yem ürünlerinin tohum piyasası 8-10 firmanın elinde. Bu firmaların ana hedefi; dünyadaki tüm ülkelerin tarım ve hayvancılığını, tohum alımında kendilerine bağlanacak şekilde biçimlendirmek.



GDO üzerindeki patent uygulamaları

GDO’lar bir hakim olma tekniğidir. Patent hakkı da bu hakimiyeti sağlayan en önemli araçtır. Günümüzde GDO’lar, özellikle tekniği ön plana çıkarılarak, hem teknik, hem de ürün olarak patent kapsamında korunabiliyor. Genetik yapısı değiştirilen ürünler patentleniyor. Çünkü bu çalışmaları yapan şirketlerin temel kazanç modeli, patent bedeli tahsil etme üstüne kurulu. Örneğin sadece mikroorganizmayı bile patent kapsamında koruyabiliyorsunuz, bunlarla ilgili büyük saklama kuruluşları var. Halbuki doğada o mikroorganizma milyonlarca yıldır yaşıyor, fakat siz onu doğal ortamından yalıttığınız ve belirli özelliklerini gösterdiğiniz, ispatlayabildiğiniz için bir tekel hakkı, korunma hakkını almak istiyorsunuz ve bu istisna size tanınıyor.

Gen bulunması ve tanımlanması çok zor olduğu ve büyük yatırımlar gerektiği için (Avrupa Patent Sözleşmesi’ne göre); bunun işlevini göstermek şartıyla, örneğin hangi proteini kodladığı, ne gibi işlevlerinin bulunduğunu ispat etmek şartıyla bir başvuru yapılıp, bu konuyla ilgili patent alınabiliyor. Oysa patent sadece yenilik özelliği taşıyan ve sanayide uygulanabilirliği olan buluşları korumak içindir. Genetik değişikliklerde, ancak değişikliğin gerçekleştirildiği tekniğin patenti alınmalıdır. Doğada bulunan genler için verilen diğer tüm patentler meşru değildir. Bunun adı biyolojik korsanlıktır.

Patent alınması halinde de genetik olarak değiştirilmiş pamuk, mısır ya da tütün tohumunu eken çiftçi, hasattan sonra elinde kalan tohumları ekinde yeniden kullanırsa, patent sahibine bir bedel ödemek zorunda kalıyor... Tarımsal üretimin en temel ve en eski yöntemlerinden olan, kendi ürününden gelecek yıl için tohumluk ayırma geleneği ve hakkı, bu şekilde ortadan tümüyle kaldırılmış oluyor.

Zengin gen kaynaklarına sahip üçüncü dünya ülkelerinin sahip oldukları kaynaklar üzerindeki patent hakları yavaş yavaş gelişmiş birkaç ülkenin, hatta birkaç çok uluslu şirketin elinde toplanıyor.

Batı’da çevreci akımların mücadeleleri sonucunda, GDO’lu ürünlerin ekimi ve ülkeye sokulması, ciddi engellerle karşılaşıyor. AB mevzuatı ile karşılaştırıldığında bu ürünlerin üretimi, ihracatı, ithalatı bakımından Türkiye’de herhangi bir hukuksal gelişme olmadığı görülüyor. Ayrıca her şey kapalı kapılar ardında cereyan ediyor. Ne tüketici, ne de üretici bu konuda bilinçlendirilmiş değil. Oysa GDO’ların doğal çeşitliliğe ve insan sağlığına zararları çok açık.

Ticaretin serbestleştirilmesi AB’ye üyelikten sonra bir zorunluluk olacak. Yani ticarete konu olan biyoteknoloji ürünleri de Türkiye’ye gelebilecek.

Örneğin, transgenik buğday çeşitlerini buğdayın anavatanı olan Türkiye’de üretmeye başladığımız zaman genetik kaynaklarımızı büyük bir tehdit altına sokmuş olacağız.



Türkiye’den ekolojik yaşamı üretim boyutundan sosyal boyutuna kadar bütünsel bir yaşam felsefesi olarak gören, dünyanın kötü gidişini engelleyici, alternatif bir yaşam biçimi olarak benimseyen bireyler olarak sesleniyoruz:



1) Gelecekte ekoloji ve insanlık adına ne kadar bedel ödeteceği belli olmayan, sistemi tümüyle değiştirebilecek, çıkaracağı sağlık problemleriyle dünyanın düzenini bozacak GDO’lu ürünleri kesinlikle reddediyoruz. Bunların Türkiye’ye sokulmasının önlenmesini istiyoruz.



2) GDO’lu tarım kendi dışındaki tüm tarım şekillerini ve özellikle ekolojik tarımı yokeden totaliter bir tekniktir. Bu nedenle GDO tohumlarının ülkemize girişi yasaklanmalı, GDO’lu tarım yapılmamalıdır. Tarımsal üretimin doğal evrelerine ve ritmine saygılı olunmalıdır.



3) GDO’lu besinler geleneksel ve yerel beslenme kültürü ve hakkına açık bir saldırıdır. GDO’lu ürünlerin ülkeye girişinin mümkün olması durumunda ve her halükarda bu ürünlerin üzerinde “ne olduklarını” belirten “etiketlerin” olmasını istiyoruz. Tüketicinin alacağı üründe GDO olup olmadığını bilmesi, seçimini kendi insiyatifine göre yapabilmesi tüketicinin en temel hakkıdır, diye düşünüyoruz.



4) GDO’lu ürünlerin kullanılmış olması ihtimaline karşı GDO’lu ürün kullandığı bilinen Nestle ürünleri gibi ithal bazı ürünlerin mercek altına alınmasını, Cargill, Novartis, Zeneca, Du-Pont, Syngenta, Monsanto ve Dow Chemical gibi GDO üreticisi şirketlerin Türkiye’ye getirdiği ürünlerin mercek altına alınmasını istiyoruz.



5) GDO’lu ürünlerin %98’i böcek ilacı içerdiği için Sağlık Bakanlığı’nın ilgili kuruluşlarınca denetlenmelidir.



6) Çiftçi örgütleri, ziraat odaları gibi kurumlar GDO’lu ürünlerle mücadele kapsamında kendi aralarında memoranduma gitmelidirler. Gelecekte olası bir GDO tehlikesinde, gen tekniklerinden ve genetik olarak değiştirilmiş ürünlerden arındırılmış olan kurtarılmış bölgeler, ancak bu şekilde oluşturulabilir.



7) Ulusal Biyogüvenlik Komitesi’ne başta ekoloji-çevre örgütleri olmak üzere, ziraat odaları, tarımla ilgili tüm sivil toplum kuruluşları ve tüketici örgütleri katılmalıdır.

8) GDO’lu tohumların ekimleriyle ilgili karşı çıkışlar ve oluşturulan memorandumlar, sadece ekolojik olarak hassas bölgelerle sınırlı olmamalıdır.



9) Genetiği değistirilmiş tarım ve yem ürünleri Türkiye’deki fiyatların çok çok altındadır. Bu fiyatlar Türk çiftçisi ve hayvancılık ile uğraşanlar için ekonomik açıdan çok cazip görünmektedir. Bu aldatmacanın karşısında gerekli bilgilendirmenin başta il ve ilçe tarım örgütleri olmak üzere ilgili kurumlarca kesinlikle yapılması, devletin ve sivil toplum örgütlerinin görevidir.



10) Ulusal Biyogüvenlik Koordinasyon Komitesi’nin çalışmaları Mart 2004’te bitiyor, ancak projenin uzatılması kuvvetle muhtemel. Bu proje çalışmaları ile hazırlanacak yasa tasarısının ilgili bakanlıklarda (Tarım, Çevre-Orman, Sağlık, vb.) görüşülüp TBMM’ye gelmesi ve yasalaşmasının en az 4-5 yıl olduğu ifade ediliyor. Bu kanunun aciliyeti ortadadır ve en kısa sürede çıkarılması gerekmektedir. GDO’lu ürünler hakkında her ülkenin kendi önlemlerini alacağı yönündeki uyarı gereği Tarım ve Köyişleri Bakanlığı Genelgesi’nin 11. ve 12. Maddelerinde belirtilen yasaklamalar geçerliliğini korumalı, bu hükümlerin aksine düzenlemelere gidilmemelidir.



11) Türk Gıda Kodeksi mevzuatında GDO’lu ürünler tanımlanmalı ve insan sağlığına zararlı olduğu için yasaklanmalıdır.



12) İnsan sağlığını tehdit edecek, kamu düzenini bozacak, çevre sağlığına, ekolojik sisteme ve biyolojik çeşitliliğe zarar vereceği düşünülen buluşlara patent verilmemesi, varolan patentlerin de iptal edilmesi gündeme getirilmelidir.



13) Genetiği değiştirilmiş tarım ve yem ürünleri için mevcut yasa, yönetmelik ve mevzuatlarımız, gümrüklerimiz, analiz için laboratuvarlarımız hazır değildir. Bu hazırlıkların bir an önce yapılması gerekmektedir.



14) Ülkemizin sahip olduğu gen kaynakları en önemli zenginliklerimizden biridir. Bu çerçevede devlet ve sivil toplum kuruluşları yerli gen kaynaklarının korunması ve ıslahı için kurumsallaşmalı, gen kaynaklarımız, yasalarla çok uluslu şirketlerin tehditlerine karşı korunmalıdır.





NOT: Bu metin GDO’ya Hayır Platformu, Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar Deklarasyonu’nun özetidir. Metnin aslına www.gdoyahayir.org adresinden ulaşılabilir

http://www.ekolojikureticiler.org/index.php/yaam-patentlenemez
 
Ynt: SOYKIRIMIN DİĞER ADI: GDO VE NBŞ

pancar şekeride sağlıklı bir şey değil ani ve aşırı bir insülin salgısına oda yol açmakta , vücudumuzun ihtiyacı zaten oldukça az birmiktar bunuda meyvelerden karşılayabiliriz .
 

Benzer Konular