Sonuna kadar okuyun.
"Alıntıdır."
Beka sorununda hükümetin gizlediği gerçekler;
Türkiye aynı Osmanlı’nın son dönemlerindeki gibi karanlık bir tabloyla karşı karşıya, çok ciddi problemlerimiz var. Peki problemlerimiz olduğunu kabul ediyor muyuz?
Arapçadan dilimize geçen “beka” kelimesi, devletin varlığını iç ve dış tehditlere karşı devam ettirmesi anlamına geliyor. Kuruluşundan 96 yıl sonra bugün Türkiye’nin bekasının tehlikede olup olmadığını tartışıyoruz. 17 yıldır kesintisiz iktidarda olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, yerel seçimlerde kendilerine oy verilmezse ülkenin bekasının tehlikeye gireceğini iddia ediyor. Gerçekten böyle bir tehdit varsa çok ciddi tedbirler almak gerek. Ama maalesef kendisi de kamuoyu da gerçek beka tehlikesinin farkında değil.
Yaklaşan tehlikeyi kavramak ve doğru tedbirleri almak için bekasını devam ettirememiş bir örneğe bakmak çok faydalı olacaktır.Bundan önceki devletimiz Osmanlı İmparatorluğu, 200 yıl beka mücadelesi verdikten sonra başarısız olarak tarih sahnesinden çekilmiştir.
BEKA SORUNU VE OSMANLI ÖRNEĞİ
Elbette Osmanlı’nın yıkılmasının birçok sebebi vardır. Ancak belki de en önemli sebep üretimsizliktir. Ülke 16’ncı yüzyılın sonlarından itibaren teknolojik gelişmelerin gerisinde kalmaya başlayarak yavaş yavaş üretimden kopmuştur. Kendisi üretemez hale gelip, pazarlarını dükkanlarını yabancı malları istila edince devlet para kazanamaz hale gelmiştir. Bütçe ciddi açıklar vermeye başmış, açıkları kapatmak için konulan ağır vergiler vatandaşı ezmiştir. Alım gücü azalan vatandaş, ekonominin daha da daralmasına neden olmuştur. Bu sarmalda aç kalan halk defalarca isyan etmiştir.
Osmanlı döneminde halkın devirdiği 8 ila 10 padişah vardır. Osmanlı Mutlakıyet ile yönetiliyordu. Padişahın ağzından çıkan kanundu. Güvenlik kuvvetlerinden yargıya kadar her şey ona bağlıydı. Hatta sahip olduğu halife sıfatı padişaha ayrı bir dokunulmazlık sağlıyordu. Buna rağmen çöküş döneminin padişahları iktidarlarını koruyamadı. Bir kısmı tahttan düşmekle kalmayıp, kötü gidişatın bedelini canlarıyla ödedi.
Padişahların tahttan indirilmesi, “Yeniçeri İsyanları” ile açıklanarak geçiştirilir. Aslında konu bu kadar basit değildir. Her isyanın arakasında ciddi bir ekonomik kriz vardır. Halk aç ve perişandır. Bir noktadan sonra Yeniçeriler (güvenlik kuvvetleri), kendileri de maaş alamaz duruma düşünce, halkı bastırmaktan vaz geçerek isyanın liderliğini üslenip padişahları devirmiştir.
Çöküş döneminin padişahlarının hepsi, tahtan indirilerek öldürülme korkusuyla yaşamıştır. Bu haklı korku, onları para arayışına yönlendirmiştir. Çünkü ekonomiyi ayakta tutacak kaynağı bulamazlarsa, iktidarlarını koruyan kesimlere maaş ödeyemezlerse,yeni bir isyan kaçınılmazdır. Peki para nereden bulunacak? Maalesef bu konuya fazla kafa yorulmamış, işin kolayına kaçılarak borçlanmanın sorunu çözeceği yanılgısına düşülmüştür.
BORÇLANMANIN GETİRDİĞİ YIKIM
Belki biraz ağır olacak ama çöküş dönemi padişahlarının neredeyse tamamı iyi birer dilencidir. Hemen hemen hepsi borç para alabilmek için yabancılara yalvarmış, iktidarlarını devam ettirebilmek için devletin bekasını tehlikeye atan birçok tavizi vermekten çekinmemişlerdir.
Devletin bekası açısından kritik eşiğin aşıldığı dönem II. Abdülhamit dönemidir. II. Abdülhamit, yabancıların, “geri ödeme kabiliyetiniz kalmadı, artık size borç veremeyiz” söylemleri karşısında çaresiz kalmış ve dönemin IMF’si, “Duyunu Umumiye”nin ülkeye gelmesini kabul etmiştir. 1881 yılında imzalanan Muharrem Kararnamesi ile devletin ana gelir kaynağı, Rumeli topraklarının vergisi, tuz, tütün, alkol, ipek ticareti ve balıkçılıktan elde edilen vergiler Duyunu Umumiye idaresine bırakılmıştır.
Yabancılar,borç geri ödemesi için garanti gelir kaynağı elde edince, II. Abdülhamit’in yeni borçlanma taleplerine evet demiştir. II. Abdülhamit, ilki 1877, sonuncusu 1908 yılı olmak üzere toplam 13 borç anlaşmasına imza atmıştır.
Yabancılar, Osmanlıya her borç verişlerinde yeni tavizler kopartmıştır. II. Abdülhamit döneminde, bir ekonomiyi döndüren finans araçları bankalar, tamamen yabancıların elindedir. Ekonominin can damarları olan tren yolu, tramvay hatları, limanlar ve deniz ulaşımı yabancıların eline geçmiştir. İletişim araçları, posta ve telgraf hizmetleri yine yabancıların kontrolündedir. Hava gazı ve elektrik üretimi ile dağıtımını yabancılar yapmaktadır. Üretemeyen gelişmemiş ekonomilerin en önemli gelir kaynaklarından birisi olan madenler de yabancılara satılmıştır. Hatta iş o kadar ilerlemiştir ki tütün, yün ve ipek gibi para eden tarımsal ürünlerimizin bile ticareti yabancılar tarafından yapılmaktadır. Yabancılar bununla da kalmamış, İzmir bölgesinde Menderes ve Gediz nehirleri arasındaki verimli topraklarımızı bile satın almışlardır.
O dönemde yöneticiler varımızı yoğumuzu satın alan yabancılara kötü gözle bakmamışlar, bu işi devlet için bir gelir kaynağı olarak görmüşlerdir. Onların düşüncesine göre, bankacılık, ulaşım, iletişim, posta, elektrik, hava gazı gibi hizmetleri kimin verdiği önemli değildir.Önemli olan vatandaşın hizmet almasıdır. Hatta devlet, bu hizmetleri sağlayanlardan vergi alarak gelir bile elde etmektedir. Ancak dönemin yöneticilerinin gözden kaçırdığı önemli bir nokta vardır. Yabancılar bu hizmetlerden elde ettikleri geliri yurt dışına transfer etmekte Osmanlı topraklarında yatırıma dönüştürmemektedir. Çünkü Osmanlıda yeni yatırıma ihtiyaç duyan bir ekonomik yapı kalmamıştır. Halkın alım gücü çok zayıf olduğundan tüketme kapasitesi çok sınırlıdır. Devletin gelirleri ise ancak idari yapıyı ayakta tutmaya yetecek kadardır.
Ülkedeki şirketlerin yurt dışına kaynak transferinin üzerine, birde çarşı ve pazarlarımızı dolduran yabancı mallarına ödediğimiz paralar eklenince, yurt dışına kaçan para miktarı daha da artmıştır. Bu yüzden ülkede her zaman para kıtlığı çekilmiş, bu kısır döngüde ekonomi sürekli küçülmüştür. Küçülen ekonomiyle devletin toprak olarak küçülmesi doğru orantılıdır. Farklı etnik ve mezhep yapısına sahip olan topluluklar, daha iyi bir gelecek için başka arayışlar içine girmiştir. Özellikle halkın açlık sebebiyle isyan edip devletin zayıf düştüğü dönemlerde ülke toprak kaybetmiştir.
Bu süreçte Osmanlı devleti, vergi gelirlerini borç ödemesine ayırmak zorunda kalarak, ulaşım ve iletişim gibi stratejik sektörlerde söz hakkını yitirerek, yatırım ve üretimi canlandırabilecek finans kurumlarına hiç sahip olamayarak, önemli bir gelir kaynağı olan madenlerini satarak, yabancılara ticareti kontrol etme hakkı veren kapitülasyonları kabul ederek, ekonomik hayatın dışında kalmıştır. Elinde ekonomik yetkisi kalmayan padişahlar otomatikman devleti yönetme erklerini de kaybetmiştir. Bir devlet ekonomiye müdahale edecek araçlardan yoksun ise o ülke yarı sömürge demektir. Osmanlı önce yarı sömürge olmuş sonra borçlarının faizini ödeyemez duruma gelince de batmıştır.
-DEVAMI ALTTA
"Alıntıdır."
Beka sorununda hükümetin gizlediği gerçekler;
Türkiye aynı Osmanlı’nın son dönemlerindeki gibi karanlık bir tabloyla karşı karşıya, çok ciddi problemlerimiz var. Peki problemlerimiz olduğunu kabul ediyor muyuz?
Arapçadan dilimize geçen “beka” kelimesi, devletin varlığını iç ve dış tehditlere karşı devam ettirmesi anlamına geliyor. Kuruluşundan 96 yıl sonra bugün Türkiye’nin bekasının tehlikede olup olmadığını tartışıyoruz. 17 yıldır kesintisiz iktidarda olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, yerel seçimlerde kendilerine oy verilmezse ülkenin bekasının tehlikeye gireceğini iddia ediyor. Gerçekten böyle bir tehdit varsa çok ciddi tedbirler almak gerek. Ama maalesef kendisi de kamuoyu da gerçek beka tehlikesinin farkında değil.
Yaklaşan tehlikeyi kavramak ve doğru tedbirleri almak için bekasını devam ettirememiş bir örneğe bakmak çok faydalı olacaktır.Bundan önceki devletimiz Osmanlı İmparatorluğu, 200 yıl beka mücadelesi verdikten sonra başarısız olarak tarih sahnesinden çekilmiştir.
BEKA SORUNU VE OSMANLI ÖRNEĞİ
Elbette Osmanlı’nın yıkılmasının birçok sebebi vardır. Ancak belki de en önemli sebep üretimsizliktir. Ülke 16’ncı yüzyılın sonlarından itibaren teknolojik gelişmelerin gerisinde kalmaya başlayarak yavaş yavaş üretimden kopmuştur. Kendisi üretemez hale gelip, pazarlarını dükkanlarını yabancı malları istila edince devlet para kazanamaz hale gelmiştir. Bütçe ciddi açıklar vermeye başmış, açıkları kapatmak için konulan ağır vergiler vatandaşı ezmiştir. Alım gücü azalan vatandaş, ekonominin daha da daralmasına neden olmuştur. Bu sarmalda aç kalan halk defalarca isyan etmiştir.
Osmanlı döneminde halkın devirdiği 8 ila 10 padişah vardır. Osmanlı Mutlakıyet ile yönetiliyordu. Padişahın ağzından çıkan kanundu. Güvenlik kuvvetlerinden yargıya kadar her şey ona bağlıydı. Hatta sahip olduğu halife sıfatı padişaha ayrı bir dokunulmazlık sağlıyordu. Buna rağmen çöküş döneminin padişahları iktidarlarını koruyamadı. Bir kısmı tahttan düşmekle kalmayıp, kötü gidişatın bedelini canlarıyla ödedi.
Padişahların tahttan indirilmesi, “Yeniçeri İsyanları” ile açıklanarak geçiştirilir. Aslında konu bu kadar basit değildir. Her isyanın arakasında ciddi bir ekonomik kriz vardır. Halk aç ve perişandır. Bir noktadan sonra Yeniçeriler (güvenlik kuvvetleri), kendileri de maaş alamaz duruma düşünce, halkı bastırmaktan vaz geçerek isyanın liderliğini üslenip padişahları devirmiştir.
Çöküş döneminin padişahlarının hepsi, tahtan indirilerek öldürülme korkusuyla yaşamıştır. Bu haklı korku, onları para arayışına yönlendirmiştir. Çünkü ekonomiyi ayakta tutacak kaynağı bulamazlarsa, iktidarlarını koruyan kesimlere maaş ödeyemezlerse,yeni bir isyan kaçınılmazdır. Peki para nereden bulunacak? Maalesef bu konuya fazla kafa yorulmamış, işin kolayına kaçılarak borçlanmanın sorunu çözeceği yanılgısına düşülmüştür.
BORÇLANMANIN GETİRDİĞİ YIKIM
Belki biraz ağır olacak ama çöküş dönemi padişahlarının neredeyse tamamı iyi birer dilencidir. Hemen hemen hepsi borç para alabilmek için yabancılara yalvarmış, iktidarlarını devam ettirebilmek için devletin bekasını tehlikeye atan birçok tavizi vermekten çekinmemişlerdir.
Devletin bekası açısından kritik eşiğin aşıldığı dönem II. Abdülhamit dönemidir. II. Abdülhamit, yabancıların, “geri ödeme kabiliyetiniz kalmadı, artık size borç veremeyiz” söylemleri karşısında çaresiz kalmış ve dönemin IMF’si, “Duyunu Umumiye”nin ülkeye gelmesini kabul etmiştir. 1881 yılında imzalanan Muharrem Kararnamesi ile devletin ana gelir kaynağı, Rumeli topraklarının vergisi, tuz, tütün, alkol, ipek ticareti ve balıkçılıktan elde edilen vergiler Duyunu Umumiye idaresine bırakılmıştır.
Yabancılar,borç geri ödemesi için garanti gelir kaynağı elde edince, II. Abdülhamit’in yeni borçlanma taleplerine evet demiştir. II. Abdülhamit, ilki 1877, sonuncusu 1908 yılı olmak üzere toplam 13 borç anlaşmasına imza atmıştır.
Yabancılar, Osmanlıya her borç verişlerinde yeni tavizler kopartmıştır. II. Abdülhamit döneminde, bir ekonomiyi döndüren finans araçları bankalar, tamamen yabancıların elindedir. Ekonominin can damarları olan tren yolu, tramvay hatları, limanlar ve deniz ulaşımı yabancıların eline geçmiştir. İletişim araçları, posta ve telgraf hizmetleri yine yabancıların kontrolündedir. Hava gazı ve elektrik üretimi ile dağıtımını yabancılar yapmaktadır. Üretemeyen gelişmemiş ekonomilerin en önemli gelir kaynaklarından birisi olan madenler de yabancılara satılmıştır. Hatta iş o kadar ilerlemiştir ki tütün, yün ve ipek gibi para eden tarımsal ürünlerimizin bile ticareti yabancılar tarafından yapılmaktadır. Yabancılar bununla da kalmamış, İzmir bölgesinde Menderes ve Gediz nehirleri arasındaki verimli topraklarımızı bile satın almışlardır.
O dönemde yöneticiler varımızı yoğumuzu satın alan yabancılara kötü gözle bakmamışlar, bu işi devlet için bir gelir kaynağı olarak görmüşlerdir. Onların düşüncesine göre, bankacılık, ulaşım, iletişim, posta, elektrik, hava gazı gibi hizmetleri kimin verdiği önemli değildir.Önemli olan vatandaşın hizmet almasıdır. Hatta devlet, bu hizmetleri sağlayanlardan vergi alarak gelir bile elde etmektedir. Ancak dönemin yöneticilerinin gözden kaçırdığı önemli bir nokta vardır. Yabancılar bu hizmetlerden elde ettikleri geliri yurt dışına transfer etmekte Osmanlı topraklarında yatırıma dönüştürmemektedir. Çünkü Osmanlıda yeni yatırıma ihtiyaç duyan bir ekonomik yapı kalmamıştır. Halkın alım gücü çok zayıf olduğundan tüketme kapasitesi çok sınırlıdır. Devletin gelirleri ise ancak idari yapıyı ayakta tutmaya yetecek kadardır.
Ülkedeki şirketlerin yurt dışına kaynak transferinin üzerine, birde çarşı ve pazarlarımızı dolduran yabancı mallarına ödediğimiz paralar eklenince, yurt dışına kaçan para miktarı daha da artmıştır. Bu yüzden ülkede her zaman para kıtlığı çekilmiş, bu kısır döngüde ekonomi sürekli küçülmüştür. Küçülen ekonomiyle devletin toprak olarak küçülmesi doğru orantılıdır. Farklı etnik ve mezhep yapısına sahip olan topluluklar, daha iyi bir gelecek için başka arayışlar içine girmiştir. Özellikle halkın açlık sebebiyle isyan edip devletin zayıf düştüğü dönemlerde ülke toprak kaybetmiştir.
Bu süreçte Osmanlı devleti, vergi gelirlerini borç ödemesine ayırmak zorunda kalarak, ulaşım ve iletişim gibi stratejik sektörlerde söz hakkını yitirerek, yatırım ve üretimi canlandırabilecek finans kurumlarına hiç sahip olamayarak, önemli bir gelir kaynağı olan madenlerini satarak, yabancılara ticareti kontrol etme hakkı veren kapitülasyonları kabul ederek, ekonomik hayatın dışında kalmıştır. Elinde ekonomik yetkisi kalmayan padişahlar otomatikman devleti yönetme erklerini de kaybetmiştir. Bir devlet ekonomiye müdahale edecek araçlardan yoksun ise o ülke yarı sömürge demektir. Osmanlı önce yarı sömürge olmuş sonra borçlarının faizini ödeyemez duruma gelince de batmıştır.
-DEVAMI ALTTA
